Midas’ın Geveze Berberi ve Prenses Ada’nın Tuhaf Ayakları adlı kitaplarıyla tarih, mitoloji, arkeoloji ve antropolojiyi yakınımıza getiren İpek Arman, “Anadolu Uygarlıkları” adını verdiğimiz bu yolculuğa devam ediyor ve MS 79 yılına götürüyor hepimizi. Hazırsanız Karya ve Frig’den sonra Likya tüm görkemiyle huzurlarınızda.
Merhaba! İşte kitap elinde… Demek ki MS 79 yılına uzanan “çok sesli” bir maceraya pek yakınsın. Haydi gel, Luki ve Morin içeride seni bekliyor. Bu iki çocuk, tesadüf eseri bazı önemli olayların tam ortasına düştüler. Şimdi ise bir kralın geleceği onların ellerinde.
Henüz farkında değil ama günümüzde yaşayan Arda da bu ikiliyi takip ediyor. Nasıl mı? Merak ettiysen sen de gel peşimizden.
KİTAPTAN
Wolfgang Amadeus Mozart’ın Titus’un Merhameti operası, Üçağız Koyu’nda naif bir esinti gibi duyuluyordu o gün. İnce bir kadın sesi, kıyıdaki harabelerin arasından süzülüyor, koronun arkadan gelen piyano tempolu katılımı ortama huzur veriyordu. Likyalıların, Roma Kralı Titus’un merhametine olan hayranlıkları ve adaletine duydukları saygı, yüzyıllar sonra büyülü notalara dökülmüştü.
Ziyaretçiler, denizin dibindeki şehre bakınca bu olağanüstü güzellikteki bölgede neler yaşandığını düşünmeden duramıyorlardı. Dokunabilecek kadar yakın ev temelleri, yollar ve şehir kalıntıları, Likyalıları günümüze kadar getiriyordu. Hafifçe dalgalanan denizin altında görünen kalıntılarla başka bir dünyanın içine giriyordu insan Kekova’da.
Bu gizemli dünyaya ait ufak taşlı sokaklarda yürümek, üzerinden balıkların geçtiği bir duvarda oturmanın hayali ve kumlara gömülü, taştan bir kapıyı çalabilecek olmanın verdiği o inanılmaz duygu, sihirli atmosferin sadece bir bölümüydü.
Likya, “Işık Ülkesi” anlamına geliyordu. Aynı bölge üzerinde yer alan birçok şehirden oluşan ülke, daha sonrasında Roma İmparatorluğu’nun yönetimi altına girmişti. Zeytin ve sedir ağaçları ile bezeli bu güzel ülkenin insanları son derece çalışkan ve üretkendi. Yakın çevrelerindeki bölgelere, özellikle de Rodos’a balık, zeytin, zeytinyağı ticareti yapıyorlardı. En zengin tüccarlarının, suya dayanıklı sedir ağacından yapılma büyük gemileri vardı. Küçük balıkçılar ya da zeytin toplayıcıları, mallarını onlara satıyor, tüccarlar da gemilere yükleyip başka ülkelere gönderiyorlardı.
Bu yoğun ticaret nedeniyle şehrin her tarafında, ürünlerin taşınmasını sağlayan amfora atölyeleri vardı. Özellikle sıvılar için kullanılan bu kaplar, doldurulduktan sonra gemilerin ambarlarına yerleştiriliyor ve uzun yolculuklar boyunca içlerindeki malları taze tutabiliyordu.
Sıcak mayıs günlerinden birinde, denizin üzerinden neredeyse duman çıkacak kadar nemli bir sabahtı. Luki yatağından kalkmış, evi toparlamış ve babasının sabaha karşı tuttuğu balıkları sepetlere koymak üzere dışarı çıkmıştı. Elini gözüne siper ederek denize doğru baktığında sandalın, minik dalgaların eşliğinde hafif hafif sallandığını gördü.
Sedir ağacından yapılmış küçük sandalı, ucundaki kalın halattan var gücüyle çekerek kıyıya getirdi. On iki yaşındaki bir kız çocuğuna göre oldukça kuvvetliydi, küçüklüğünden beri balıkçı olan babasına yardım ettiğinden bu tür işlere çok alışkındı. Oyalanmamak için çok hızlı hareket ediyordu. Öğlen olmadan ve güneş daha çok kendini belli etmeden tüm balıkların bir an önce şehir merkezindeki toptancıya götürülmesi gerekiyordu. Eğer geç kalırsa hepsi kokar, satamazlar ve bütün emekleri boşa çıkardı. Balıklar orada bozulmamaları için tuzlanacak ve diğer adalara, Rodos’a satılmak üzere depolanacaktı. Eve girip babasını uyandırmak istemedi. Teknenin ipini çözdü ve çok da uzak olmayan toptancıya, karşı kıyıya doğru kürek çekmeye başladı. Sepetlerdeki balıklar hâlâ zıplayıp duruyorlardı.